Monday, January 10, 2011

Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı

Diyanet işleri başkan yardımcısı Mehmet Görmez'in geçen ramazan'da bizzat yaşadığı ibretlik olay...
Belarusya'nın başkenti Minsk'e bağlı İvya köyünde bir camide teravih namazı kıldırıyor kendisi.Önde erkekler, arkada kadınlar namaza duruyorlar.Salavat getirilen kısımda cemaatten ,erkekli kadınlı cemaatten ilahi formunda bir ses yükseliyor."la ilahe illallah Cebrail melekullah.lailahe illallah Mikail melekullah".Şaşırıyor,devam ediyor namaza.İkinci arada bu defa Azrail ve İsrafil'in isimleri zikrediliyor.Sonraki aralarda ise sırasıyla bütün peygamberler sayılıyor.Enson arada ise doğal olarak La ilahe illallah Muhammed resulullah sesleri yükseliyor.Ancak hemen ikinci mısra geliyor ardından "LA ILAHE ILLALLAH, ABDULHAMID HALIFETI RASULALLAH..
Mehmet Görmez bey "salavatlar bitti ama o anda bende bittim" diye anlatıyordu gözleri dolu dolu olarak..."neredeydim,hangi zamandaydım,şaşırmıştım...
Mustafa ARMAĞAN-Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı-2

Osmanlı Esnafı

VİYANADA Kİ AYAK İZLERİMİZ



       Ecdad Tarih Yazmış Torun Okumaktan Aciz !!!!!

CHP'nin Islam Tarihi Kitabindan Kareler

Talan Edilen Mirasımız

Talan Edilen Mirasımız

Şanlı Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman
Gazinin mübarek anası Hayme Hatunun Domaniç’teki türbesini ulu hakan
Abdülhamid Han'ın, ecdadına hürmetinin ifadesi olarak büyük bir itina
ile tamir ettirip pencerelerini atlas perdelerle kaplattırdığını ve
zeminini de Hereke dokuması muhteşem bir halı ile, döşettiğini . . .
Daha sonraları iş başına gelen Halk Partisi döneminde ise o muhteşem halının
türbeden gasp edilerek, partinin İnegöl ilçe yöneticilerinin kapılarına
paspas yapıldığını ve atlas perdelerinin de kaymakamlık binasında
kullanıldığını biliyormuydunuz...

Ben Osmanlı teb'asıyım ne olur bunu değiştirin

Şanlı Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra, son derece üzgün ihtiyar bir
Ürdünlünün, elindeki yeni Ürdün pasaportuyla İsviçre sefaretine
giderek: "Herkes bu pasaportla alay ediyor Eskiden Osmanlı pasaportum
varken selam dururlardı. Ben Osmanlı teb'asıyım ne olur bunu
değiştirin" diye sefaret yetkililerine yalvardığını…

Macaristan`ın Zigetvar kentinde Kanuni Sultan Süleyman'ın Tuğrası...!

Macaristan`ın Zigetvar kentinde Kanuni Sultan Süleyman'ın Tuğrası...!

Osmanlı Arması Merhum

Osmanlı Arması Merhum
Necip Fazıl Kısakürek in 1954 lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu
mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat
eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak "
gibi saçma bir gerekçe ile derginin o sayısının toplatıldığını ve
kendisinin de suçlanarak mahke...meye sevkedildiğini Necip Fazıl'ın mahkemede kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde: İçinde
adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var
Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?" diye haykırdığını
Biliyor muydunuz?

Akıncılar

Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.

Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliği 'nin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.

İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir yetkiye sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.

Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir.

Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı. Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boyları 'na yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.

Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan, mızrak, balta ve bozdoğandı.

Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya gönül rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı. Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğul’a geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.

Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Türk olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı. Bir akıncı adayı; imam, köy kethüda'sı veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.

Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu. Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutluk'ta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.

Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’

Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.

Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.

Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı.

Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.

Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşa'nın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur.

16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanları'nın emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.

Avrupa'da Akıncı Korkusu 1534

Avrupa'da Akıncı Korkusu 1534
yılında Viyana'daki St. Stephen Katedrali'nde. Osmanlı akıncılarının
yaklaştığını görüp çan çalarak haber vermekle vazifeli bir memuriyetin
ihdas edildiğini ve bu memuriyetin ancak 1956 yılında, Viyana Belediye
Meclisince. Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından, bu vazifenin
lüzumu yokt...ur" diye bir karar alınarak iptal edildiğini...

“Yürü Hala Ne Diye Oyunda Oynaştasın? Fatih’in İstanbul’u Feth Ettiği Yaştasın..!!"

“Yürü Hala Ne Diye Oyunda Oynaştasın? Fatih’in İstanbul’u Feth Ettiği Yaştasın..!!"

"Namaz Mü'minin Mirâcıdır

"Namaz Mü'minin Mirâcıdır

Zulmü alkışlayamam

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiçolmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?

Yavuz Sultan Selim Portresi

1 Resim Ressam Halife Abdulmecid Han İmzalı Yavuz Sultan Selim portresi "Tablo" eserinden çekilmiş fotoğraf. (Topkapı Sarayı)

2 Resim Asıl Portreden ve arşivlerden yola çıkılarak, tarif edilen Yavuz Sultan
Selim Han' ın Deri Üzerine işlenen Portresi - Görüldüğü üzere Sultan
Selim Han Küpe Takmamıştır. (Deri Dağlama Sanatçısı: İbrahim Atalar)

3 Resim Yavuz Sultan Selim Han' ile alakası olmayan, İran Şahı Şah İsmail e ait
olduğu sanılan resim. Yani küpe Takan Sultan Selim Han değil; Şah
İsmail'dir.
Topkapi Sarayina Gidebilirsiniz Orda 1 Resim Var 2 Resim Ise Ibrahim Atalar Deri Daglama Ustasinin Yaptigi Bir Resimdir Topkapi Sarayindaki Portreden Ornek Alinmistir 

Fatih Sultan Mehmed’le Rum mimar İpsilanti Efendi’nin duruşması !!

Fatih Sultan Mehmed’le Rum mimar İpsilanti Efendi’nin duruşması !!! Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan camiin inşaatında kullanılacak
mermer sütunları kestiren Rum mimarlardan İpsilanti Efendi'ye kızıp
elini kestirir Bunun üzerine İpsilanti Efendi, ilk İstanbul Kadısı Sarı
Hızır Çelebi'ye başvurur. Haksızlığa uğradığını belirtip, hakkının
Padişah'tan alınmasını ister.Kadı, Padişah'ı çağırtır. Padişah
girdiğinde İpsilanti Efendi dâvâcı makamında ayakta durmaktadır.
Padişah "maznun" minderine bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi
kükrer:"Begüm, hasmınla mürafaai şer' olunacaksın, (beyim, davacı ile
hukuk önünde yüzleşeceksin) ayağa kalk!"Padişah kalkar. Kendisini
savunması istenince hata ettiğini belirtir. Kadı Efendi "Kısasa kısas"
hükmünü verir: Hüküm gereğince Padişahın da eli
kesilecektir.Dinleyenler dehşetten ve hayretten dona kalmışlardır.
Padişah boyun bükmüş, hükme rıza göstermiştir. Durum o kadar
alışılmışın dışındadır ki, İpsilanti Efendi'nin eli, ayağı titremeye
başlamıştır. Aklı başına gelir gibi olunca kendisini Padişahın
ayaklarına atar."Dâvâmdan vazgeçtim. İslâm adâletinin büyüklüğü
karşısında küçüldüm. Böyle bir cihangirin elini kestirip kıyamete kadar
lânetlenmeyi göze alamam."Fatih'in eli kesilmekten kurtulur. Ama
tazminat ödemeye mahkûm olur. Kestirdiği elin diyetini şahsî gelirinden
öder. Ayrıca bir de ev verir.Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra,
Padişah, Kadıya döner:"Bak a Hızır Çelebi, bu padişahtır deyu iltimas
eyleseydin, şer'i şerife mugayır hüküm verseydin şu kılıçla başını
koparırdım."Kadı Hızır Çelebi minderini kaldırır, minderin altında
duran demir topuzu Padişaha gösterir:"Siz de padişahlığınıza mağruren
hükmü tanımasaydınız billahi bu topuzla başınızı ezerdim." (Bu vukuat
"Evliya Çelebi Seyahatnâmesi"nin Millet Kütüphanesindeki Emiri
koleksiyonunda bulunan yazma nüshanın birinci cildinin 36. sayfasında
detaylı biçimde, ayrıca Abdurrahman Adil'in "Hâdisat-ı Hukukiyye"
isimli eserinin 1923'te yayınlanan 12. cüzünün 185-186. sayfalarında
özet olarak mevcuttur)İkinci örnek yine Fatih'den: Macar milli
kahramanı Jan Hunyad'ın (Hunyadi-Janos), Sırbistan'ı işgal edip bütün
Ortodoks kiliselerini yıkacağını söylemesi üzerine büyük bir korkuya
kapılan Sırplı yöneticiler Fatih Sultan Mehmed'e bir heyet gönderdiler.
Heyet, Fatih'e şu teklifte bulundu:"Hunyad bizi ve inancımızı yok etmek
istiyor, lütfen ülkemizi siz feth edin, bizi Hunyad'ın zulmünden
kurtarın."Fatih "Tamam" dedi. Ancak heyetin içinde az da olsa bir
endişe kalmıştı. Heyet Başkanı bunu Padişah'a açtı: "Gerçi
adaletinizden ve müsamahanızdan eminiz, ancak kiliselerimizi
yıkmayacağınızı ağzınızdan duyarsak, daha mutlu döneceğiz."Fatih Sultan
Mehmed, şu mealde cümlelerle Sırp önderleri rahatlattı:"İnşallah
Sırbistan'a hakim olduğumuzda, camiler yaptıracağız, ancak
kiliselerinize dokunmayacağız. Siz nerede bir cami görürseniz yanına
kilise yaptırabilirsiniz. Hatta duvarını bitiştirebilirsiniz de...
Bizim dinimiz işte böyle bir dindir." (İ. Hami Danişmend, Tarihi
Hakikatler, c. 1, s.501-502, İstanbul 1979, Tercüman Yayınları)

YAHUDİ ...

YAHUDİ ...
• Önce öz peygamberine ihanet eden, tevhid bayraktarı Resul (Tûr-u
Sinâ) ya çıkınca altundan bir buzağı yapıp ona tapmaya başlayan ve
peygamber lanetine uğrayan, o...• Böylece, nebîler beşiği, üstün
ırk İsrailoğulları içinden kopup fesad ve hiyanet mâdeni yeni bir kavim
halinde dölleşen, asıl yahudiyi mayalandıran, artık hep öyle devam eden
ve insanlığın başına belâ kesilen, o...• İçinden yetişmiş ve
yeni ölçülerle gelmiş İsâ Peygamberi dinsizlikle suçlayan, Romalı'lara
gammazlayan ve Romalı askerlere kimin tutulacağını göstermek için,
havarîler meclisinde onu yanağından öpmeye kadar alçalan (Yuda Şem'un)
o...• Derken babasız hak peygamber Hazret-i İsa'nın hak dinini
içinden tahrif eden, yeni Peygamberi Allah'ın oğlu diye gösteren,
"baba-oğul-ruhülkudüs" küfrünü icad eden (Sen Pol) o...• İslâmda münafıklığı mayalandıran, bütün bâtıl mezhepleri kuran, besleyen ve Kur'ânda Allahın lânetine hedef olan, o...•
Dünyanın her tarafına yayılıp kene sessizliği ve sinsiliği içinde
kanını emdiği her yerden atılan, sonunda İspanyadan kovulan, sırtında
ucu kurşunlu kamçıların iziyle Türkiye'nin kapısını çalan, karalar ve
denizlerin haşmetli İmparatoru Kanunî Sultan Süleyman'ın lûtuf ve
merhameti sayesinde yurdumuza sızan, en kısa zamanda Türk iktisadî
hayatına hâkim olan (Yasef Nassı), hattâ bir kızını Kanunî'nin oğluna
nikâh ettirmeye kadar başaran (Nurbânû Sultan), derken Osmanlı tarihi
boyunca yeniçeri fesadının baş âmili "züyûf akçe-hileli para"
marifetini yürüten, o...• Öbür taraftan da, Türk vatanının en
habis fesad ve hıyanet merkezi Selânikten kalkarak gûya İslâmı kabul
etmiş bir kafile halinde (dönmeler) Edirne ve İstanbul'a gelen ve bizi
yahudi hüviyetiyle törpüleyişini bir de müslüman sıfatına bürülü olarak
tecrübeye kalkan (Sabatay Sevi), o...• Fransız ihtilâlinde,
perde arkası en büyük rolü oynayan, ilk (enflâsyon) parası (asinya)yı
çıkartıp ihtilâlin iktisadî muvazenesini allak bullak eden, neticede
bir yandan krallık, öbür yandan inkılâp Fransasını, yani sadece
Fransa'yı batırmak emelini besleyen o...• İkinci Abdülhamîd
devrinde İslâm dünyasının merkez noktalarından birine çivi çakmak için
Filistin'de küçük bir toprak isteyen, buna karşılık Türkiye'nin bütün
dış borçlarını (Düyun-u Umumiye) ödemek teklifinde bulunan, fakat Ulu
Hakan tarafından teklifleri reddedilen, nihayet yüce hükümdarı İttihat
ve Terakki komitecilerine düşürten, o...• Dünyada ilk defa
parayı ve şişkin sermayeyi icad eden (kapitalizma), sonra (Karl Marks)
marifetiyle onu tahrip eden, 1917 komünist ihtilâlinde güdücüler
arasında yer alan (Troçki, Zinvoyef vesaire), peşinden dünya çapında
bir yahudi filozof (Hanri Bergson)a tahrip âletini tahrip ettiren,
netice olarak nerede ve hangi mezhep varsa bir taraftan kuran ve bir
taraftan yıkan, yani kendi dışında insanlığı her türlü birlik ve
yekpârelikten uzaklaştıran, o...• Türk Millî Kurtuluş hareketi
Yunanlıya karşı zafere ulaşır ulaşmaz, Türk'ü ve onun şahsında İslâmı
yok etme azmindeki Batı ülkelerinin üzerimize saldırmasını önlemek ve
göstermelik istiklâlimizi sağlamak şartını İslâmdan ayrılmamıza ve
mukaddesatımızı feda etmemize bağlayan ve bunda muvaffak olan, yine o...•
Nihayet her yerde, plânını gerçekleştiren, bu arada Türkiye'de dilediği
fuhuş, ahlâksızlık ve iktisadî çöküş iklimini tutturan, gizli
imparatorluğunun maketi minik İsrail devletini kuran, onunla İslâm
âlemi ve petrol dünyasının en nazik noktasına kazığını kakan, arı
kovanı hummasiyle çalışan, çabuk seferber olmakta dünyada birinci
orduyu meydana getiren, çevresinde kendisinden en aşağı 10 misli büyük
Arap âlemini iflâsa uğratan, hep o...• Şu anda kolları karnının altında saklı bir ahtapot gibi, bir koliyle Suriye, öbür koliyle Irak, daha öbür kollarıyle de Kuveyt

2. Abdülhamid [IRA] İrlanda Kurtuluş Örgütünü kurdu

2. Abdülhamid [IRA] İrlanda Kurtuluş Örgütünü kurdu,İngilizler halen Ira'dan kurtulamadı.
Büyük İngiltere'ye ne oldu da güçsüzleşti ve yerini ABD'ye bıraktı? İngilterenin bir İrlandalılar sorunu vardır.Abdülhamid
ingilterenin Osmanlı imparatorluğu üzerindeki oyunları görünce 2-3 gemi
erzak gönderir ve irlandalıları kendine çeker.bilindiği gibi Abdulhamit han müthiş bir istihbarat ve teşkilatçılık kaabiliyetine sahiptir.İşte
Abdulhamit bu kaabiliyetini kullanarak,İRLANDA KURTULUŞ ÖRGÜTÜ(İRA)
kurar. bizzat kendisinin önerdiği adamları ira'nın önemli yerlerine
getirir.. teşkilatçılık ve istihbarat hakkında yardım eder. ingiltere
kralının sabah kahvaltısında janbon ve şarap içtiği, hangi kitapları
okuduğunu, kraliyet ailesinden bile saklanan bilgilere ulaştığı
hesaplanırsa Abdülhamitin kurucusu olduğu IRA ya müthiş desteği
olmuştur...İRA ingilizlerin içine sokulmuş bir nifaktır.2.Dünya
Savaşına gelindiginde İngiltere ,İRA yüzünden hareket edemez hale
gelmiş ve onun Dünya hakimiyetinin sebebi olan Büyük ve Hint
okyanusundaki sömürgeleri birbir Japonların eline geçmiştir.Büyük
Britanya ,İngiltere olmuştur.İngilizlerde Osmanlının son dönemlerinde
içimize nifaklar sokmuştur,bertaraf etmişizdir.Ama Abdülhamid'in oyunu
bugün bile kurulu saat gibi çalışmaktadır.İngiltere halen İRA ile
ugraşmaktadır.Şimdi İrlanda'da Abdülhamid'e teşekkür anıtı vardır...

"Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinandan, Mevrus-i pederdir gireriz hane bizimdir."

"Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinandan, Mevrus-i pederdir gireriz hane bizimdir." - NÂBİ

İstanbul'un Fethinde Gemiler Karadan Yürütüldü mü?

İstanbul'un Fethinde Gemiler Karadan Yürütüldü mü?
İstanbul’un fethi sırasında gemilerin karadan yürütülmesi hadisesi,
hemen hemen yerli ve yabancı kaynakların ittifakı ile sabit bir
olaydır. Hatta Bizans askerleri, sabahleyin Osmanlı gemilerini
Haliç’te görünce, herhalde zincirleri kırıp geçtiler diye zincirleri
kontrol etmişler ve gördükleri manzara karşısında hayrete
düşmüşlerdir. Ancak sabaha karşı yapılan bir harp planı olması
hasebiyle ve de gemilerin geçirildiği bölgenin o günlerde ormanlık
olması sebebiyle, güzergâhı ve karadan yürütülen gemilerin
sayılarında farklı görüşler bulunmaktadır.



İstanbul’un fethedilmesi için bazı gemilerin Haliç’e indirilmesinin
zaruret olduğu görüldü. Zira Haliç’e gerilen zincir Hasköy ile
Ayvansaray’da bulunan iki ordunun buluşmasına mani teşkil ediyordu.
Önce gemilerin karadan çekileceği yer tesbit edildi. Burası Tophane
önündeki sahilden başlayarak Boğaskesen’den geçiyor ve buradan güney
batıya dönüp sırtları aşarak Löbon Pastahanesi tarafına çıkıyor ve
tepeyi aşarak Perapalas yanından Kasımpaşa’ya yani Haliç sahiline
çekiliyordu. Yapılan ölçümlerde, Tophane’den dört yol ağzına 980
adım ve buradan Tepebaşı’na kadar 240 ve Kasımpaşa’ya kadar da 906
adım ki, toplam 2156 adımdır ve bu da yaklaşık 3 mil kadar
tutmaktadır. Hazırlıklar tamamlandı. Topahene’den ayrılan 50 ila 70
adet arasındaki gemi, 21-22 Nisan gecesinde Kasımpaşa’ya kadar
indirildi. Bu olayın doğruluğunu, hem savaşta hazır olan Bizans
tarihçileri ve hem de Osmanlı tarihçileri ittifakla
açıklamaktadırlar.[1]



----------------------------------------
---------------------------------------

*[1]Kemalpaşazâde, Tarih VII, Süleymaniye Kütp.
Fâtih, nr. 4205, vrk. 64/a; Şerafettin Turan neşri, sh. 52-55;
Kritovulos, Tarih-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî, İstanbul 1328, sh. 66;
Tâcîzâde Ca’fer Çelebi, Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi, TOEM
İlavesi, 1331, sh. 15; Dukas, Türk-Bizans Tarihi, sh. 271; Clot,
Fâtih, sh. 52 vd.; Âli, Künh’ül-Ahbâr, c. V, sh. 253-254; Solakzâde,
sh. 196; Aksun, Osmanlı Tarihi, c. I, sh. 138-139; Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi, c. I, sh. 479-482; Yılmaz, Belgelerle Osmanlı
Tarihi, c. I, 299-303; Karşı görüş için bkz. Aydın, Erdoğan, Fâtih
ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, 6. Bölüm’deki basit iddialar. Hemen
hemen bütün kaynaklar burada zikredilebilir. Ancak uzatmamak için bu
kadarla yetiniyoruz.*

!!!

Eyvah! Beş On Kafirin İmanına Kandık. Bir Uykuya Daldık ki Cehennemde Uyandık..!! .. 

Dinde Zorlama Yoktur, İnsan Hürdür Elbette..İster Dünyada Pişer, İster Ahirette..!! Necip Fazıl Kısakürek

Dinde Zorlama Yoktur, İnsan Hürdür Elbette..İster Dünyada Pişer, İster Ahirette..!! Necip Fazıl Kısakürek

INGİLİZLER VE TARİHİ GERÇEKLERI

Bir
dahaki sefer ellerinizi yıkarken, suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi
değilse, eskiden Ingilterede bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün.
1500'lerde ingilterede işler şöyle yapılıyordu: insanların çoğu
Haziranda evleniyordu Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyo...rlar,
Haziranda hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları
İçin gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde
bir buket çiçek taşıyordu. Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük
bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma
imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra
kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler ayni suda
yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde
gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki banyo suyuyla
birlikte bebeği de atmayın? (Don't throw the baby out with the bath
water) deyimi buradan gelmektedir. Evlerin çatıları üst üste yığılmış
kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası
hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler,
köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu.
Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak
çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki kedi-köpek yağıyor? (It's
raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir. Yukarıdan evin içine
düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer
nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir Sıkıntı oluşturuyordu.
Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü
yataklar buradan gelmektedir. Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini
topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor)
tabiri buradan çıkmıştır. Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri
vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için
yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam
ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya
taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası
konuyordu ki bunun adi thresh hold (saman tutan; Türkçe'si eşik) idi.
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asili durumdaki büyük bir
kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler
ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam
yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek
ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni
çok uzun süre kazanda kalıyordu. Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası
soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük (peas porridge hot, peas
porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin
menşei budur. Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı.
Eve ziyaretçi Gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş
yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi.
Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı.
Buna yağ çiğnemek (chew the fat) adı veriliyordu. Parası olanlar
kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek
olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor,
böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna
sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca
domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanin kalay-kurşun
alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar
kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu.
Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu.
Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler
oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların
ağızlarında tabak ağzı (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.
Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. işçiler yanık olan alt kabuğu, aile
orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı. Bira ve viski içmek için
kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün
şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların
öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün
süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp
yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna uyanma nöbeti
deniyordu. İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini
gömecek yer Bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları
çıkarıyor, kemikleri bir kemik evine götürüyor ve mezarı yeniden
kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta
kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü
ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp
bu ipi tabuttan Dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün
gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti
"graveyard shift" denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ("saved by
the bell") bazıları da ölü zilci (dead ringer) olurdu.

Devlet i Aliye yi Osmaniye'nin üç kıtada at oynatıp buyruk yürüttüğü ihtişamlı dönemlerinde, Avrupa'da Türk hayat tarzı ve modasının çok tesirli hale geldiğini Evlerinde Türk köşesi bulundurmayan sosyete mensuplarının ayıplandığını

*Devlet i Aliye yi Osmaniye'nin üç kıtada at oynatıp buyruk yürüttüğü
ihtişamlı dönemlerinde, Avrupa'da Türk hayat tarzı ve modasının çok
tesirli hale geldiğini Evlerinde Türk köşesi bulundurmayan sosyete
mensuplarının ayıplandığını


*Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmış olmakla meşhur Comte de
Marsigli'nin, Türk toplumunun misafirperverliği ile alakalı olarak
:"Türkler hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son
derece misafirperverdirler. Ana yollar civarındaki köylerde
oturanlardan hali vakti yerinde olanlar öyleden evvel ve akşamüstü
gezintiye çıkıp yolcu bulmaya çalışırlar. Eğer bulacak olurlarsa
evlerine davet ederler ve hatta çok defa misafirin hangi evde
ağırlanacağını tayin ederken kavgaya bile tutuşurlar." dediğini


*Osmanlı içtimai yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterrohta :

"Osmanlı Devleti, geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri,
Topkapı Sarayı'ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da
batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi.
Bu nasıl oluyordu?" diye sorulduğunda, Profesör Hutterroht'un:


"Sırrını çözebilmiş değilim. 16. asırda Filistin'in sosyal yapısı
üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki hayretler içinde kaldım.
Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek askeri birliğin öyle
yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı.
Herhalde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır"
diye cevap verdiğini.


*Osmanlı'nın edeple taçlaşmış iman anlayışının gereği olan Hazreti
Peygamberi'nin(sav) şehrini bir valinin adının altına sokamayacağı
saygı ve edebi ile, oraya göndereceği idareciyi `Vali " yerine "Medine
Muhafızı " diye isimlendirme hassasiyetini gösterdiğini


*Kanuni Sultan Süleyman devrinde yıllarca İstanbul'da kalan ve yazmış
olduğu eserini en büyük Hıristiyan hükümdarı II Filib'e takdim eden
İspanyol yazar Cristobol de Villalon'un, dönemin Osmanlı topçuluğu
hakkında:

"Dünyada hiçbir devletin,Türk topçusu ile mukayese edilebilecek topçusu
yoktur. İstanbul'da eski model olduğu için kullanılmayıp süs diye
surlara konan topları inceledim Bunlar bile İspanya ordusundaki
toplardan çok daha kaliteli idi.


Tophane sırtlarında çaptan düşmüş diye yığılan 40 kadar topu hayretle
seyrettim. Bunları alıp topçu kuvveti oluşturmak istemeyecek hiçbir
Avrupa devleti bilmiyorum dediğini


*Altı asır gibi uzun bir süre üç kıtada hükmünü yürüten ecdadımızın
medeniyet mirasını inceleyip araştırmadan içte ve dıştaki bazı gafil ve
hainlerin ona, "emperyalist" yaftasını yapıştırarak mahkum etmeye
çalışmalarına mukabil, Macaristan İlimler Akademisi tarafından ortaya
çıkartılıp yayınlanan bir belgede belirtildiğine göre, Osmanlı
Devleti'nin Macaristan'da hakim olduğu devirlerde, Macar halkından
yılda 7 milyon akçe 21 milyon vergi toplayıp, buna karşılık aynı yıl
Macaristan'a 21milyon akçe yatırım yaptığını


*Bizans'ı kurtarmak üzere İstanbul'a çağrılan Haçlı ordularının
Hristiyanlığın mukaddes kilisesi Ayasofyanın tepesinde ki altın haçı
sökerek eritip sattıklarını...Yıllar sonra Osmanlı ordusunun
İstanbul'un fethi sırasında bir yeniçerinin, fetih hatırası olarak
saklamak maksadıyla Ayasofya nın küçük bir çini parçasını koparmak
istemesini, Fatih Sultan Mehmed'in "tahribe teşebbüs"le suçlayıp
cezalandırdığını


*1967 Mısır-İsrail savaşında, Mısır askerlerinin, düşmanlarını
beklerken İsrail ordusunun bir anda Süveyş'in öbür yakasını geçerek
dünyayı şaşırtığını...Mose Dayan'ın bu muazzam başarıyı daha sonra bir
basın toplantısında : "İsrail in bu başarılı stratejisi, Yavuz Sultan
Selim in yıllar önce Mısır'ı fethederken uyguladığı harp planının bir
kopyasıdır" diye açıklayıp gafletimizi yüzümüze vurduğunu


*Fransa Kralı III Napolyon'un, Paris'te Osmanlı Devleti Büyükelçisi
olarak bulunan Ahmet Vefik Paşa ile konuşması esnasında bir ara alaylı
bir şekilde "Sen kendini Yavuz Sultan Selim'in elçisi mi
zannediyorsun?" demesi üzerine Ahmet Vefik Paşa'nın da büyük bir hazır
cevaplıkla: "Öyle olsaydım, siz Fransa'da imparator olarak
bulunamazdınız" cevabını verdiğini


*Batılı emperyalist güçlerin, Ermenileri piyon olarak kullanıp
kışkırtarak Anadolu'da karışıklıklar çıkardığı günlerde, İngiliz
Büyükelçisi'nin Sultan Abdülhamid'e gelip, küstahça: "Daha ne kadar
Ermeni öldüreceksiniz?" diye sorma cüretini göstermesi üzerine, Ulu
Hakan'ın keskin bakışlarını elçinin üzerine dikerek:"Filan gün, filan
saatte Karadeniz'in filan noktasına yaklaşıp, karaya Ermenileri
Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme çıkaran ve
komitacılara teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç silah
bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz. " cevabını
verdiğini...Sultan Abdülhamid'in bu muazzam istihbarat gücü karşısında
İngiliz elçisinin dehşete kapılarak aptallaştığını


*Birinci Dünya Savaşı'ndan bir hafta önce, 1914 yazında.1 Türk
lirasının karşılığının 3.7 dolar ve 18.45 marka tekabül ettiğini


*Veli lakaplı II. Bayezid'in padişahlığı. döneminde İstanbul'a,
Moskova kralının elçisi sıfatıyla Mihail Plachtneef isimli birinin
geldiğini . . .Bu adamın, insanı istifra ettirecek kadar pis
kokmasından dolayı yıkanması için hamama götürüldüğünde, bu keferenin
hayatında hiç hamam görmemiş olup yıkanmak ve çamaşır değiştirmek
adetine aşina olmadığı ve kimse ile görüştürülmeden pisliğinden dolayı
İstanbul'dan kovulduğunu


*1967 yılında Pariste düzenlenen dünya Yahudi Kongresi'nin zabıtları
arasında bulunan bir belgedeki kayıtlara göre bir delegenin :"Evet
bugün bağımsız bir devletimiz var ama mesut muyuz? Osmanlı'nın
devrindeki gibi huzurlu muyuz? Samimiyetle ve hepinizin içinden
geçenleri dile getirdiğime inanarak söylüyorum ki hayır!Bizim bu
dünyada huzurlu ve emniyetli yaşamamız. ( Osmanlı'yı yeniden kurmaya
bağlıdır!" diyerek bir gerçeği itiraf ettiğini


*16. yüzyılın kudretli padişahı Yavuz Sultan Selimin huzuruna girerek
yer öpüp itimatnamesini sunan Venedik elçisi Antonio Jüstiniani'ne
ülkesine döndüğünde Padişahın nasıl biri olduğu hakkında bilgi
istediğinde elçinin şaşkınlık içinde: 'Kılıcı öyle parlıyordu ki yüzünü
göremedim" diye itirafta bulunduğunuElçinin bu itirafının daha
sonraları Yavuz Selim tarafından öğrenilmesi üzerine Haşmetli
Hünkarım,Paşalarım Osmanlının kılıcı parladığı sürece düşmanların başı
daima önde olur. A m a Allah korusun bu kılıç kınına girer ve
paslanmaya başlarsa o zaman bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve birgün
bize yukardan bakar dediğini


*Osmanlı Devleti'nin l521'de Belgrad'ı, l522'de Rodos'u fethetmeleri
ve 1526'da da Mohaç'ta büyük bir zafer kazanmalarının ardından batı
dünyasında büyük bir panik yaşandığını...Çeşitli kentlerde toplanan
Alman Meclisleri' nin (Reich stag) , Türklere karşı ordu toplayıp sefer
düzenleyebilmek için "Türk Vergisi" adı altında yeni bir vergi
konulmasını kararlaştırdıklarını

2.ABDÜLHAMİD HAN'IN KENDİ ŞAHSINA AİT TAPU...

2.ABDÜLHAMİD HAN'IN KENDİ ŞAHSINA AİT TAPU...

Sunday, January 9, 2011

Öyle Birine 'Ata' De ki, 'Peygamber Övgüsü' Almış Olsun!

Öyle Birine 'Ata' De ki, 'Peygamber Övgüsü' Almış Olsun!

UNUTMA !!

Biz Tuna Nehrinden Abdest Alıp Viyana Önlerinde Namaz Kılan Ecdadın Torunlarıyız!!!

İskilipli Atıf Hoca,

İskilipli Atıf Hoca, Şapka Kanununa Muhalefet suçundan yani sadece

şapka takmadığı için Ankara İstiklal Mahkemesi kararıyla 4

Şubat 1926’da güneş ışıkları kendini gösterirken idam

edildi. Ne cenazesi yıkandı ne de cenaze namazı kılındı.

Hava karardıktan sonra Mamak Mezarlığı’nın ‘kimsesizler’

bölümüne defnedildi. Mezarı bugüne kadar bulunamadı.

Nazım Hikmet, Seyit Rıza gibi birçok isme ‘iade-i itibar’

gündeme gelse de Atıf Hoca konusunda bir adım atılmadı.! (Ali)

Topkapı'nın gizli hazineleri